6 Eylül 2017 Çarşamba

Kalimnos-Patmos-Lipsi Tekne Gezisi




26 Ağustos 2017
Geziyi yapacağımız tekne Anitta ve kaptanımız Can Halman bizi Turgut Reis D-Marin'de bekliyor. Ekip olarak (Nur ve Faruk Alhas, Binnur ve İbrahim Berberoğlu) Datça Körmen'den feribotla Bodrum'a geçtik. Deniz beklentilerimizin üzerinde sert. Zaman zaman dalgalardan ıslanarak normalde bir buçuk saatlik seferi neredeyse iki saatte tamamlayarak Bodrum Limanına vardık. Taksiyle Turgut Reis'e geçtik ve marinada, önümüzdeki birkaç gün evimiz olacak teknemize yerleştik. Geceyi marinada teknemizde geçirdik. Yarın sabah buradan demir alıp Kalimnos'a doğru yola çıkmayı planlıyoruz.

Anitta sıradan bir tekne değil. Can Kaptan yıllar önce bu tekneyi özel olarak imal ettirmiş. 17 metre uzunluğunda ahşap bir yelkenli. 28 metre uzunluğunda bir direği var ve denizde yeşil renkli bir sülün gibi süzülüyor. Anitta'nın sekiz kişinin kalabileceği dört kamarası var. Kaptanımız Can Halman da tecrübeli bir denizci. Yıllarca profesyonel yöneticilik yapmış. Ama uzun süredir asıl uğraşı denizcilik. Anitta denizleri fethetmediği zamanlarda Palamutbükü'ndeki küçük balıkçı barınağında bağlı. Dolayısıyla biz Datça Yakaköylüler için aynı zamanda komşu evi.



27 Ağustos 2017
Öğleye doğru marinadan demir alıp gümrüğün iskelesine bağlandık. Burada çıkış işlemlerimiz yapıldı. Yunanistan yeşil pasaport için vize istemiyor. Nur ve Faruk önceden vize aldıkları için çıkışımız sorun olmuyor. Buradaki küçük gümrüksüz satış mağazasından biraz alışveriş yapıp "vira bismillah" diyerek yola koyuluyoruz.



Deniz bugün de kaba dalgalı ve rüzgârlı. Kaptanımız Türk karasularından ayrılıp Yunan karasularına girdiğimiz düşüncesi ile kural gereği direğe Yunan bayrağı çekti. Ancak denizin ortasında aniden belirip bize yanaşan bir Türk Sahil Güvenlik botundan megafonla uyarıldık. Halen daha Türk karasularında olduğumuzu, bu lacivert denizin de kutsal vatan toprağı sayıldığını hamaset kokan bir tonla bize ilettiler. Bu arada botun mürettebatı da bizleri fotoğraflamakla meşguldü. Oysa denizin neresinin Türk neresinin Yunan karasuları olduğu, adalarla dolu bu coğrafyada o kadar da kolay belirlenebilecek bir olgu değil. O nedenle hepimize biraz fazla alınganlığa dayanıyormuş gibi geldi bu uyarı.

Önce sancağımıza Çatal Adası'nı, sonra iskelemize Kos (İstanköy) Adası'nı alarak zaman zaman deniz köpükleriyle ıslanarak, zaman zaman heyecanlanarak bir seyir gerçekleştirdik. Yaklaşık iki buçuk saat sonra Kalimnos (Kilimli) Adasına yaklaştık. Turgut Reis Kalimnos arası yaklaşık 13 deniz mili mesafesinde. Kalimnos limanı aşırı kalabalık gözüküyor. Türkiye'de bayram nedeniyle kamu personeli için ilan edilen on günlük tatil etkisini burada da göstermiş. Teknelerin neredeyse %80'i Türk bayraklı. Ayrıca Bodrum'dan gelen feribotlar da buraya sürekli Türk turist taşıyor.Biz şans eseri iyi bir bağlanma yeri bulduk. Teknelere bu konuda yardımcı olan acente personeli hem teknenin belgelerini hem de bizlerin pasaportlarımızı alıp işlem yaptırmak üzere götürdüler. Biz de birkaç saat sonra gümrüğe gidip görevli personele varlığımızı bizzat kanıtladık. Bu arada Kalimnos'un limanında ve dar sokak aralarında dolaştık. Adanın kendine özgü atmosferini özümsemeye çalıştık.

Kalimnos gibi nispeten küçük Yunan adalarının en tipik özelliği çok çıplak bir doğaya sahip olmaları. Ağaç sadece yerleşim yerlerinde var. Onun dışında dağlar, tepeler bu mevsimde iyice kurumuş tipik Akdeniz çalıları ile kaplı. Adalarda nüfus ve insan yerleşimi de çok fazla olmadığı için neredeyse her yer uçsuz bucaksız sarı bir örtü ile kaplı. Ama en olmadık dağ tepelerinde, en ücra ada köşelerinde büyüklü küçüklü mavi-beyaz Ortodoks kiliseleri görmek şaşırtıcı. Herhalde bunların büyük bir bölümü inziva amaçlı yapılmış dini yapılar.



Kalimnos (ya da Osmanlıların adlandırdığı şekliyle Kilimli) Adası, diğer Onikiadalar gibi 1523 ile 1912 yılları arasında Osmanlı egemenliği altında kalmış. Ama bu dönemde ada büyük ölçüde özerk bir yapıda yönetilmiş. Bugün adanın yaklaşık 16,000 kişilik yerleşik bir nüfusu var. Tarihi olarak sünger avcılığının en gelişkin olduğu Yunan adası Kalimnos. Kalimnos'un yüksek kayalıklarla dolu dağları özellikle denizden heybetli gözüküyor. Bu kayalık dağlarda dağcılık ve kaya tırmanışı sporları yapılıyormuş.

Adanın merkezindeki evler kendine özgü bir mimariye sahip, ama daha önce gördüğümüz Simi (Sömbeki) Adasındaki evler kadar güzel değil. Benim Kalimnos'da en çok beğendiğim yapı, şehir merkezinde yer alan podima döşeli avlusu ile öne çıkan kilise oldu. Bizim Anadolu kasabalarından farklı olarak şehrin çeşitli yerlerine serpiştirilmiş heykeller, adanın ünlü sakinlerinin büstleri bu küçük adaya ayrı bir hava katmış.

Günü sahilde bir aile işletmesinde kalamar, ahtopot gibi yerel ürünler yiyerek tamamladık.



28 Ağustos 2017
Teknede yaptığımız sabah kahvaltısından sonra mutedil bir denizde iki saatlik bir sefer sonrası Kalimnos'un kuzeyinde yer alan Palionisos koyuna geldik. Burayı daha önce de ziyaret eden kaptanımız önermişti. Koy çok korunaklı bir yapıya sahip, hemen hemen hiç rüzgar almıyor. Denize girmek için çok güzel bir plajı var. Sanırım karadan da buraya ulaşma imkânı var. Ancak teknelerin çok rağbet ettiği bir yer. Biz erken geldiğimiz için koyda yer alan lokantalar tarafından denize yerleştirilen şamandıralardan birine bağlandık. Denize girdik. Akşam da lokantaların birinde yemek yemeye karar verdik. Kalidonis lokantasının personeli gelip botla bizi aldı ve kıyıya götürdü. Lokanta salaş görünümlü bir aile işletmesi. Aşçılığı kadınlar yapıyor. Bütün gezi boyunca en lezzetli yemeği burada yedik. Lokantanın salaşlığı, aile ortamının çok belirgin olması Kalidonis'i daha da çekici kılıyor.



29 Ağustos 2017
Sabah erken saatte adanın kıraç coğrafyasında otlamaya çıkan keçilerin çıngırak sesleriyle uyandık. Kahvaltı sonrası Patmos'a doğru yola çıktık. Hava bugün de şansımıza çok elverişli gözüküyor. Genellikle güçlü kuzey rüzgârlarının estiği bir denizde kuzeye doğru yol almak çok kolay olmasa gerek. Ancak neredeyse rüzgârsız bir havada yirmi üç millik seyrimizi gerçekleştirdik. Dört buçuk saatlik keyifli bir yolculukla Patmos'a vardık. Kalimnos'tan ayrıldıktan sonra iskele tarafında Leros Adasını gördük. Bu adayı boylu boyunca geçtikten sonra uzakta Patmos (Osmanlıların adlandırdığı şekliyle Batnaz) Adası gözüktü.

Patmos Onikiadaların en kuzeyinde yer alıyor. Yaklaşık 3,000 kişilik bir nüfusa sahip. Ada Hristiyanlık tarihi açısından da önemli. İncili oluşturan bölümlerden olan Kehanetler'in Aziz Yuhanna (St. John) tarafından bu adada bir mağarada yazıldığı rivayet ediliyor. Bu mağara ve Aziz Yuhanna adına 11. yüzyılda adanın Hora (Chora) olarak adlandırılan bölümünde inşa edilen manastır, adayı Hristiyanlık tarihi açısından önemli kılıyor. Bunun dışında adanın kendisi de girintili çıkıntılı yapısı, yüzmeye elverişli sakin koyları ile önemli bir turistik merkez. Hora'da kale görünümlü Aziz Yuhanna Manastırı çevresinde yer alan beyaz boyalı tipik ada mimarisi göz kamaştırıcı.

Hora'da yer alan evler çok bakımlı. Bu evlerde kapılar, kapı kolları, kapı tokmakları birer sanat eseri görünümünde. Dar sokakları, restore edilerek işler hale getirilen yel değirmenleri, küçük ama çok şık mağazaları ve kafeleri ile Hora gerçekten görmeye değer. Biz limandan kiraladığımız bir taksi ile önce Aziz Yuhanna Mağarası'na, sonra da Hora'ya çıktık. Yukarı doğru çıktıkça manzara güzelleşti.



Aziz Yuhanna Manastırı dini bir yapı olduğu kadar pek çok değerli eseri de içinde barındıran bir müze. Büyük Grek/İspanyol ressamı El Greco'ya ait olduğu düşünülen bir İsa resmi, Helenistik döneme ait birkaç heykel parçası (büst) ve adayı 350 yıla yakın yönetmiş olan Osmanlılarla ilişkilerini yansıtan eserler de müzede görülebiliyor. Fatih Sultan Mehmet'in Edirne'de 1454 yılında kendisini ziyaret eden Patmoslu keşişlere hediye ettiği bir mumluk ve bir kandil de bunlar arasında. Patmos'un Aziz Yuhanna Mağarası, Manastırı ve Hora'sı bütün bu nedenlerle UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alıyor.



Akşam yemeğimizi de Hora'da yedikten sonra, adanın Skala adı verilen liman bölgesinde biraz dolaştık. Gece geç saatlerde bile bu bölge bayağı hareketliydi. Barlar, kafeler turist dolup taşıyordu.

30 Ağustos 2017
Teknede hızlı bir kahvaltıdan sonra bir sonraki durağımız olan Lipsi adasına doğru yola çıktık. Yunanların Poseidon adlı hava tahmin programı bugün havanın sert olacağını, kuzey rüzgârlarının sert eseceğini öngörüyordu. Tahminler doğru çıktı. 12 millik Patmos-Lipsi seyri kaba dalgalı bir denizde zorlu bir şekilde geçti. Koca teknenin zaman zaman 5 metreyi bulan dalgalar arasında fındık kabuğu gibi sallanmasını izlemek heyecan vericiydi.

İki saatlik bir seyir sonrası Lipsi'ye ulaştık. Rüzgâr Lipsi limanında bile sert şekilde esmeye devam etti. Bu nedenle ilk kez gece boyu sert esen rüzgâr yüzünden uyuyamadım. Lipsi bu gezi sırasında ziyaret ettiğimiz adalardan en küçüğü. 700 civarında sabit bir nüfusa sahip. Lipsi  o kadar küçük ki çöp sorunuyla baş edemediklerinden ortalıkta hiç çöp kutusu yoktu. Gelen teknelerin çöplerini de yanlarında geri götürmeleri isteniyor. Biz bu durumu geç anladığımız için elimizde koca bir çöp torbasıyla adada uzunca bir süre çöp konteyneri aradık. Türk turist sayısı burada nispeten azdı. Ada küçük ama bütün Yunan adalarında olduğu gibi kusursuz işleyen deniz trafiği sayesinde bol ziyaretçisi var. Ayrıca Yunanistan'ın Avrupa Birliği üyeliği nedeniyle özellikle Batı Avrupalılara yönelik oldukça canlı bir gayrimenkul piyasası olduğu da görülüyor. 

Teknemiz limana bağlandıktan sonra gergin geçen seyrin yorgunluğunu atmak için önce teknede biraz dinlendik. Daha sonra yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüş mesafesinde olan bir plaja gittik ve orada denize girdik. Deniz sefasından sonra liman çevresinde yoğunlaşan küçük Lipsi köyünü gezdik. Yine dar sokaklar, mütevazı ama bakımlı evler ve küçüklü büyüklü pek çok kilise. Bu küçük yerleşim yerlerinde bile ada halkının yaşama görgüsünü izleyip hayran olmamak mümkün değil. Turistler için değil, kendilerine saygıları olduğu için çevrelerine özen gösteriyorlar. Bu da doğal olarak bizim gibi turistleri cezbediyor.



31 Ağustos 2017
Bütün gece sert esen rüzgâr dinince sabah erkenden Lipsi'den demir aldık. Kahvaltıyı Lipsi'nin koylarından birinde yaptık ve dört buçuk saat sürmesi beklenen Kalimnos seferimize başladık. Hava tahmini kaba dalgalı bir deniz ve sert kuzey rüzgârları olacağını söylüyor. Seferimizi kazasız belasız tamamladık. Deniz beklentilere uygun olarak epeyce sertti. Ancak rüzgârı arkadan aldığımız için çok sorun olmadı. Bu kez Lipsos'u sancağımıza alarak Kalimnos'a vardık. Kalimnos'da acente görevlileri, bizim gümrüğe bizzat gitmemize gerek kalmaksızın çıkış işlemlerimizi yaptılar. Biz de bu arada karaya çıkıp biraz dolandık ve alışveriş yaptık.

Geceyi Kalimnos yakınlarındaki küçük Yunan adası Pserimos'da, Can'ın önceden bildiği bir koyda geçireceğiz. Koya demirledik ve karadaki kayalara bağlandık. Koy sevimli gözüküyordu. Bizden başka birkaç tekne daha vardı. Anladığım kadarıyla Bodrum'dan da buraya gelip Yunanistan'a resmen giriş yapmaksızın koyun keyfini çıkaran tekneciler oluyormuş. Yarın ver elini Turgut Reis.

1 Eylül 2017
Bugün Kurban Bayramının birinci günü. Kısa bir seyirle Turgut Reis'e ulaşıp gümrük iskelesine aborda olduk. Herhalde bayram olması nedeniyle ortalık çok sakin gözüküyor. Türkiye'ye giriş işlemlerimizi yaptırdıktan sonra geceyi geçireceğimiz Knidos limanına doğru yola çıktık. Hava mutedil. Sancağımızda Kos Adası, Datça Yarımadasının en uç noktasına doğru yol alıyoruz. Güzel yarımadamız ufukta boylu boyunca uzanıyor. Uzaktan Murdala'yı, Mersincik'i, Değirmenbükü'nü, hatta Bükceğiz'i bile görüp tanımak mümkün oluyor.

Kos (İstanköy) Adasının çok yakınlarından geçerek yaklaşık iki saatte Deveboynu Deniz Fenerine ulaştık. Geceyi geçirmek üzere demirleyeceğimiz Antik Knidos kentinin limanı oldukça kalabalık gözüküyor. Akşam olurken limanı çepeçevre saran antik kentin sessizliği insanın içini ürpertiyor. İki bin yıl önce buralarda yaşayanları, yine bugünkü gibi gemilerle dolu limanı, limandaki teknelerden koşar adımlarla çıkıp az ötedeki Knidos Afroditi'ni görmek için seğirten gemicileri hayal etmemek mümkün değil. Bu büyülü havayı selamlarcasına deniz yüzeyinde aniden bir balık sürüsü beliriyor. Arkalarında onları kovalayan kocaman bir balık, atlaya sıçraya limanın içlerine doğru kaçışıyorlar ve akşam bu görsel şölenle sona eriyor.



2 Eylül 2017
Sabah kahvaltıdan sonra Palamutbükü'ne doğru yola çıkıyoruz. Altı gündür denizdeyiz. Anitta küçük bir tekne değil, ama yine de galiba evlerimizi, rahat yataklarımızı özledik. Önce Arslan Burnu, sonra Bağlarözü, Saranda Kalesi derken, Palamutbükü gözüküyor. Barınağa yanaşıp bağlanıyoruz. Artık Anitta da evinde, biz de. Keyifli geçen gezi için Kaptan Can Halman'a, ve yol arkadaşlarımız Nur ve Faruk Alhas'a teşekkür edip evlerimize dağılıyoruz.


Gezinin fotoğraflarına aşağıdaki bağlantıdan ulaşılabilir:














18 Kasım 2016 Cuma

Kilimanjaro Gezi Notları


4 Kasım 2016

Kilimanjaro etkinliğini Doğa Gezginleri Derneği düzenledi. Geziye katılacak 13 kişi (Minadiye Kaya, Ömer Çetinkaya, Emin Gözaçan, Turgut Ağca, Cemalettin Erol, Nesrin Dağ, Fuat Turan, Mehmet Dilsiz, Mefküre Şakiroğlu, Adnan Erbil, Gürsu Atay, Aydan Alanay ve İbrahim Berberoğlu) İstanbul Atatürk Havalimanında buluştuk. THY'nin saat 19'da kalkan  ve doğrudan Kilimanjaro'ya uçan uçağı ile yaklaşık 6,5 saatlik rahat bir yolculuktan sonra Tanzanya'nın Kilimanjaro havaalanına indik. Havaalanı dünyanın her tarafından gelen dağcı ve turistlerin Tanzanya'nın en önemli kültürel ve turistik değeri olan Kilimanjaro dağına rahat ulaşımı için burada inşa edilmiş. Küçük bir havaalanı ama, dağa ulaşımın nispeten kolay olması nedeniyle son derecede işlevsel. Turist pasaportu olan arkadaşlarımız 50 ABD doları karşılığında giriş vizelerini alanda aldılar. Hizmet ve Hususi pasaportu olanlardan ayrıca vize ücreti alınmadı. Etkinliğin Tanzanya ayağını organize eden Kilimanjaro Travel Services Ltd. yetkilileri bizi alanda karşıladılar (http://www.kilimanjarotravels-tz.com/). Şirket yetkililerinin getirdiği minibüse bagajlarımızı da yükledikten sonra dağa çıkmadan önce birkaç saat de olsa dinlenme fırsatı bulacağımız Moshi kasabasındaki otelimize doğru yola çıktık.

Tanzanya yüzölçümü itibarıyla Türkiye'den biraz daha büyük (947.303 km kare), nüfusu ise Türkiye'den epeyce az (51,8 milyon). Bağımsızlığını İngiltere'den 1961 yılında kazanmış genç ama yoksul bir ülke. UNDP tarafından yayımlanan Dünya İnsani Gelişim İndeksi sıralamasında 151. sırada yer alıyor (Türkiye 72. sırada). Kişi başına milli geliri Türkiye'nin neredeyse dokuzda biri oranında. Kilimanjaro dağı ülkenin kuzeydoğusunda, Kenya sınırına yakın bir bölgede yer alıyor.

5 Kasım 2016 (Birinci Gün)

Otelimiz Bristol Cottages'e havaalanından yaklaşık bir saatlik bir yolculuk sonrasında ulaştık ve hemen odalarımıza geçip dinlenmeye çekildik. Otelin bulunduğu Moshi kasabası 184 bin nüfuslu, toz toprak içinde bir yerleşim yeri. Otel geniş ve bakımlı bir bahçe etrafında sıralanmış odalardan oluşuyor ve Moshi'nin gürültülü sokaklarından şaşırtıcı bir şekilde yalıtılmış sakin ve huzurlu bir havaya sahip (http://bristolcottages.com/). Sabah bozuk makamla okunan ve Türkiye'de olduğu gibi hoparlörden yükses sesle yayılan bir ezan sesiyle uyanmak ilginçti. Nüfus kabaca Hristiyan ve Müslümanların birbirine eşit oranda olduğu bir yapıya sahip. Ama görüldüğü kadarıyla dinler arası bir gerilim söz konusu değil.

Oteldeki kahvaltıdan sonra bize Kilimanjaro'da eşlik edecek yerel rehberler ile tanıştık. Fazla eşyalarımızı, biz dağdayken muhafaza edilmek üzere otelin bagaj odasına yerleştirdik. Dağda bize gerekli olacak eşyalarımızı araca yükleyip öğleye doğru tırmanışımızın başlayacağı Kilimanjaro Milli Parkının ana kapısı olan Machame Gate'e doğru yola çıktık. Milli Park 1688 km kareden oluşuyor ve bütün dağ kütlesini ve onu saran ormanları kapsıyor.

Machame Gate, dağda tırmanış yapacak bütün grupların, grup rehberlerinin ve kamp malzemelerini taşıyacak taşıyıcıların kayıtlarının ayrıntılı bir şekilde tutulduğu bir istasyon. Kurallar gereği her taşıyıcı en çok yirmi kg yük taşıyabildiğinden yükler bu kurala uygun olacak şekilde birkaç defa tartılıyor. Ancak bu kurala uygun yüklerin ve taşıyıcıların yürüyüşe katılmasına izin veriliyor. Bu işlemler yapılırken biz öğle yemeğimizi bize dağıtılan kumanyaları yiyerek tamamlamış olduk. Grubumuz uzun süren bu hazırlık aşamasından sonra nihayet yürüyüşe geçti. Yürüyüş yaklaşık 1800 metre irtifadan başladı. Rehberimizin talimatları doğrultusunda oldukça ağır bir tempoyla yürüdük. Rehberler sık sık Swahili dilinde yavaş yavaş anlamına gelen "poli poli" nidalarıyla bizi uyardılar. Günler geçtikçe bunun yüksek irtifaya alışmak ve yorgunluğu yenmek için çok geçerli bir yöntem olduğunu öğrenecektik.

Yürüyüşün bu bölümü çok güzel yağmur ormanları içinden yavaş yavaş yükselerek geçti. Bu bölgede hemen her öğleden sonra yağan yağmur biz yürürken de yağdı, ancak yağmurluklarımızla herhangi bir sorun olmadan yürüdük.Çevrenin güzelliği ve gayet iyi düzenlenmiş patikanın sağladığı kolaylıklarla keyifli bir yürüyüş oldu. Bu yürüyüş sırasında Kilimanjaro yağmur ormanlarının endemik bazı bitkilerini gözlemledik (Impatiens kilimanjari, Impatiens papilionacea gibi). Yurdumuzda da yaygın olan eğrelti otlarının burada ağaçlaşmış halini görmek ilginçti.


Yaklaşık 5.5 saatlik bir yürüyüşle 11 km katederek 3033 metre irtifada yer alan ve Kilimanjaro tırmanışında ilk kamp olma özelliğini taşıyan Machame kampına ulaştık. Böylece ilk gün yaklaşık 1200 metre yükselmiş ve 3000 metre sınırını aşmış olduk (Buradaki sayısal veriler tırmanış boyunca kolumda olan Suonto Ambit 3 aygıtının yaptığı ölçümlere dayanmaktadır). Biz kampa ulaştığımızda, taşıyıcıların bizden önce gelerek çadırlarımızı ve mutfak çadırını kurduğunu gördük. Yorucu bir yürüyüşten sonra çadırları hazır halde bulmak güzel bir duygu. Kamp yerine ulaştığımızda ilk yaptığımız iş milli parkın kamptaki ofisine giderek adlarımızı kaydettirmek oldu. Milli park yetkilileri bu konuda çok titizler, rehberlerimiz de bu nedenle bu konuda bizi sık sık uyardılar.

Akşam yemeğinde sıcak ve lezzetli bir çorba yanında doyurucu ve bu fiziksel etkinliğin tabiatına uygun, damak tadımızla da uyuşan yiyecekler bulmak hepimizi mutlu etti. Kamp yerlerinin hepsinde olduğu gibi bu kamp yerinde de tuvalet olması tırmanışı daha katlanılabilir kılan etkenlerden birisi. Ancak kamp yerlerinde musluk suyu olmayışına galiba zor alışacağız. Kilimanjaro'nun bağrında çadırda geçen ilk gece ortama alışamamış olmanın verdiği gerginlikle geçti. Hava soğuk değildi. Sabah 6.30'da uyanıp, 7 gibi taşıyıcıların hazırladıkları ılık suyla temizlik yaptık. Bunun dağ şartlarında ancak günde bir kez yapılabilen, o nedenle de çok kıymetli olan bir rutin olduğunu ilerleyen günlerde daha iyi anlayacaktık.

6 Kasım 2016 (İkinci Gün)

Machame kampında uyanıp çadırlarımızdan çıktığımızda bizi güzel bir sürpriz bekliyordu. Bir önceki gün havanın bulutlu olması nedeniyle hiç göremediğimiz Kilimanjaro pırıl pırıl gökyüzünde tüm ihtişamıyla karşımızdaydı.


Çay, kahve, reçel, bal, fıstık ezmesi, ve omletten oluşan kahvaltı menüsünü afiyetle tükettikten sonra saat 8'de ikinci kamp alanımız olan Shira'ya doğru yola çıktık. Yürüyüşün bu bölümünde ormanları geride bırakıp fundalık alanda yürüyeceğiz. Yürüyüş boyunca Türkiye'de Akdeniz ve Karadeniz bölgesinde görülen ve en çok bir buçuk metre boyunda olan fundaların burada ağaç haline geldiğini (Erica arborea) şaşkınlıkla gözlemliyoruz. Tırmanışın bu ayağında yine Kilimanjaro'nun endemik ağaçlarından olan Dendrosenecio kilimanjari'yi ilk kez görüyoruz. Shira kampı yolunda bizi bekleyen bir başka güzel sürpriz de batı ufkunda aniden yükseliveren Mount Meru (4566 m) oluyor. Yürüyüşümüzün öğleden sonraya sarkan bölümünde yine yağmura yakalanıyoruz. Yaklaşık altı saatlik bir yürüyüşten sonra Shira kampına vardığımızda hava düzeliyor ve güneş Mt. Meru üzerinden nefes kesen görüntülerle batıyor. Kamp 3877 metre irtifada. Dolayısıyla bugün yaklaşık 8oo metrelik bir irtifa kazanmış olduk.

Kilimanjaro volkanik kütlesi bağrında üç krater barındırıyor. Bunlardan birincisi Kilimanjaro'nun zirvesi Uhuru'yu da içeren Kibo, ikincisi kamp alanımıza yakın olan Shira, üçüncüsü ise zirve ana kampından görülebilen Mawenzi (5849 m) kraterleri.

7 Kasım 2016 (Üçüncü Gün)

Güne saat altı buçukta uyanarak başlıyoruz. Dışarıda Mt. Meru'nun bulut denizi üzerinde yükselen görüntüsü bizi bekliyor. Bugünkü yürüyüşümüz aklimatizasyon amaçlı olarak önce 4600 metreye kadar tırmanıp (Lava Tower), sonra 3900 metredeki Barranco kampına inişi içeriyor ve bu nedenle önceki iki güne göre daha yorucu olması bekleniyor.


Bu yükseltide bitki varlığı giderek azalıyor, tırmanış büyük ölçüde alpin çöl ortamında devam ediyor. Yükselti 4000 metreyi aşınca arkadaşlarımızdan birisi rahatsızlık hissetmeye başladı ve bu arkadaşımızı bir rehber eşliğinde Lava Tower'a çıkmadan doğrudan Barranco kampına gönderdik. Ekibin kalan bölümü ilginç bir jeolojik oluşum görünümündeki Lava Tower'a, yani donan lavın oluşturduğu Lav Kulesine öğle saatlerinde vardık.


Öğle yemeği molası 4650 metre irtifadaki bu noktada verildi. İlginç bir şekilde onlarca arsız fare yemek sırasında sürekli kumanyalarımıza ortak olmak istedi. Yemek sonrası Barranco kampa doğru yola çıktık. Kampa yaklaştıkça bitki örtüsü çok ilginç bir görünüm almaya başladı. Kilimanjaro'nun meşhur senecio'ları ve lobelia'ları kamp çevresinde bolca görülüyor. Bugünkü yürüyüşümüz yaklaşık 10.5 km sürdü. Bu mesafeyi yedi saatte kat ettik. Önce 860 metre yükselip 4650 metreye ulaştık, sonra yaklaşık 700 metrelik bir inişle kamp alanına varmış olduk.


8 Kasım 2016 (Dördüncü Gün)

Bugün amacımız 4673 metre yükseklikteki zirve ana kampı Barafu'ya varmak. Saat 8'de Barranco kampı terkedip bir saat kadar sürecek oldukça dik bir tırmanışla doğuya doğru yöneldik. Bu bir saatlik tırmanış sırasında batonları kaldırıp, ellerimizle kaya tırmanışı gerçekleştirdik. Bir  saat sonra vardığımız düzlükte muhteşem bir manzara bizi bekliyordu. Bulut denizinin üstündeyiz artık. Aşağılar gözükmüyor. Sadece uzaktan Mt. Meru'nun zirvesini görmek mümkün oluyor.


Öğle yemeğimizi 4033 metre yükseklikteki Karanga kampında yiyoruz. Karanga kampı tırmanışın yakınlarında su kaynağı olan en son noktası. Taşıyıcıların 4673 metre yükseklikteki zirve ana kampına buradan 20'şer litrelik kaplarla su taşıdıkları söyleniyor. Bu tırmanışın asıl yükü bu nedenle kamp malzemelerini taşıyan, sırtlarında su çeken, çadırları kurup kaldıran taşıyıcıların omuzlarında. Yemek sonrası 3 saat süren uzun bir tırmanışla zirve ana kampı olan Barafu'ya ulaşıyoruz. Barafu 4673 metre yükseklikte, kayalık ve tamamen çıplak bir arazide kurulu bir kamp. Kamp yetkilisine kayıtlarımızı yaptırdıktan sonra akşam yemeği için mutfak çadırımızda toplanıyoruz. Burada ekipteki arkadaşları kutluyorum. Dört günlük zorlu bir tırmanışla 12 kişilik Gezginder ekibi olarak zirve ana kampına varmış bulunuyoruz (Ekibimizin 13. kişisi Aydan Alanay Moshi'de kalarak daha farklı bir gezi programına katıldı). Özellikle dizinden yakında ameliyat geçirmiş olmasına rağmen Ömer Çetinkaya'nın buraya kadar çıkmış olmasını hepimiz takdir ediyoruz. En çok endişelendiğimiz yüksek irtifa hastalığına hiç birimizin yakalanmamış olması da ayrıca sevindiriyor bizleri.


Zirve günü geceyarısı tırmanışı ile günün ilk saatlerinde başlayacak. Akşam yemeği sonrasında saat 8 gibi çadırlarımızda istirahate çekiliyoruz. 11'de kalkıp hazırlanarak geceyarısı yola çıkacağız. Heyecan, yorgunluk, yüksek irtifada oksijen azlığı bir araya gelince hemen hemen hiç uyuyamıyorum. Her şeye rağmen zirveyi denemeye kararlıyım. Zirve kamptan yaklaşık 1200 metre daha yüksekte. Şimdiye kadar bir günde bu seviyeden daha fazla yükselme tecrübem olduğu için zorlanarak da olsa zirveye çıkabilmeyi umuyorum. Kafamda bu karışık düşüncelerle saatin 11 olmasını bekliyorum.

9 Kasım 2016 (Beşinci Gün)

Rehberler zirvede havanın açık, rüzgârlı ve bu nedenle de çok soğuk olacağını söylüyorlar. Kat kat giyinerek geceyarısı saat tam 12'de zirve tırmanışına başlıyoruz. Ekipten üç arkadaşımız kampta kaldıkları için tırmanış 9 kişi ile başlıyor. Kafa lambalarımızla ağır ağır yol alıyoruz. Karanlıkta, daha yükseklerde bizden önce yola çıkmış ekiplerin ışıklarını görüyoruz. Başrehber Exhaudi tempoyu çok ağır olarak ayarlıyor. Çok yavaş, ama adım adım yükseliyoruz. Kampı terkettikten biraz sonra iki arkadaşımız daha geriye dönme kararı veriyor. Böylece ekip 7 kişiye düşüyor. Gece saat 3 civarında çok yorulduğumu hissetmeye başlıyorum. Uykusuzluk ve yorgunluk üzerimde etkisini göstermeye başlıyor. Biraz daha dayanmaya karar veriyorum. Ama verdiğimiz çok kısa molalarda ayakta uyumaya başladığımı fark edince dönmeye karar veriyorum. Saat 3.30. Altimetre 5233 metreyi gösteriyor. Ağrı dağından daha yüksek bir irtifada olduğumu düşünüp kendimi teselli ediyorum. Ama zirveye ulaşmak için katedilmesi gereken 600 metreden daha fazla bir yükseklik var ve benim bunun için ne fizik ne de irade gücüm var. Dönüş kararımı arkadaşlarıma duyuruyorum ve bir rehber eşliğinde kampa dönüşe geçiyorum. Dönüş bayağı hızlı oluyor ve bir saat içinde kampa varıyor ve çadırımda dinlenmeye çekiliyorum.

Hava aydınlandıktan sonra bir arkadaşın daha 5400 metreden geri döndüğünü öğreniyorum. Böylece zirve ekibinin 5 kişi olarak tırmanışa devam ettiklerini anlıyor ve onlara bol şans diliyorum. Sabah oluyor, ama biz kamptakilerin tedirgin bekleyişi sürüyor. Saat dokuza doğru zirve yapan arkadaşların kampa dönüşünü sevinçle karşılıyoruz. Arkadaşlarımızdan Nesrin Dağ Kilimanjaro'nun üç zirvesinden biri olan Stella zirvesini (5756 m) yapmış, Emin Gözaçan, Fuat Turan, Cemalettin Erol ve Minadiye Kaya ise  Afrika'nın en yüksek noktası olan Uhuru zirvesine (5895 m) ulaşmış olarak kampa dönüyorlar.


Zirveden dönen arkadaşlarımızın biraz dinlenmelerini ve kahvaltı yapmalarını müteakip kamp toplanıyor ve süratle dağda son gecemizi geçireceğimiz 3068 metre yükseltideki Mweka kampına doğru harekete geçiyoruz. İniş uzun sürüyor ve yorucu oluyor. Ama akşam üzeri Mweka kampına ulaşıyoruz. Biz varmadan kurulmuş olan çadırlarımızda biraz dinlenip dağdaki son akşam yemeği için mutfak çadırında toplanıyoruz. Bu kampta yürüyüşe başladığımızdan beri ilk kez telefonlarımız çekmeye başlıyor ve dünyanın gerçekleri ile yüzleşmeye başlıyoruz. Yüzleşmek zorunda kaldığımız ilk acı gerçek Trump'ın ABD Başkanı seçilmiş olması. Ama uzun bir aradan sonra ilk kez Binnur'la konuşabildiğim için mutluyum. Bu nedenle geceyi iyi geçiriyorum ve güzel bir uyku çekiyorum.

10 Kasım 2016 (Altıncı ve Son Gün)

Ertesi sabah bize bu zorlu etkinlikte hizmet eden rehber, mutfak görevlisi ve taşıyıcılardan oluşan toplam 41 kişiye aramızda topladığımız bahşişi dağıtıyoruz. Adil ve cömert olmaya gayret ediyoruz. Bu insanların etkinliği düzenleyen şirketten aldıkları ücretler gerçekten çok az ve vereceğimiz bahşiş o nedenle onlar için çok önemli. Ayrıca tırmanışta kullandığımız eşyalarımızdan epeyce bir bölümünü de gözden çıkarıp özellikle en perişan durumdaki taşıyıcılara veriyoruz. Ben eşyalarımın fazlasını ve Türkiyeden yanımda getirdiğim bol miktarda çerez ve atıştırmalık malzemeyi çadırımı kurup kaldıran taşıyıcı August'a veriyorum. Onun mutlu olduğunu görmek beni de mutlu ediyor. Burada rehberler ve taşıyıcılar ile birlikte toplu fotoğraf çektiriyoruz. Yerel personel adet olduğu üzere Kilimanjaro şarkısını söyleyip dans ediyor.


Sabah her zamanki gibi saat 8'de kamptan hareket edip 1640 metre yükseltideki çıkış kapısı Mweka Gate'e doğru yola çıkıyoruz. İniş yolu bizi önce fundalıklardan geçiriyor, sonra tekrar yağmur ormanlarına giriyoruz. Yorucu bir yürüyüşten sonra nihayet Kilimanjaro Milli Parkının çıkış kapısı olan Mweka Gate'e ulaşıyoruz. Burada temiz ve akan suyu bulunan bir tuvalet bulmak en büyük mutluluk kaynağı. Zirve yapan ya da yapamayan herkes bir şekilde etkinliği tamamladığı için burada sevinç içinde. Ben de zirve yapamamış olmama rağmen herhangi bir olumsuzluk duymuyorum. Bazı ekipler bu kutlama işini iyice abartıp müzikli, şarkılı, danslı bir şölene dönüştürüyorlar. Zirve yapan arkadaşlarımızın sertifikaları da bu kapıda düzenleniyor. Eşyalarımızı toplayıp bize bekleyen minibüse biniyor ve Moshi'de geceyi geçireceğimiz Bristol Cottages'a doğru yola çıkıyoruz.


Otelde herkes kendisini acilen banyoya atıyor. Bir haftalık kirden temizlenmemiz biraz zaman alıyor. Şehirde kısa bir alışveriş turu atıyoruz, ama satın alınabilecek fazla birşey bulamıyoruz. Sokak satıcıları ısrarla üstünde Kilimanjaro yazılı şapkalar ve boncuklardan elde örülmüş bileklikler satmaya çalışıyorlar. Akşam yemeğini hem etkinliği tamamlamış olmanın hem de temizlenip paklanmış olmanın verdiği rahatlık ve keyifle yiyoruz.

11 Kasım 2016

Bugünkü program batıya doğru yola çıkmak, yol üzerinde Massai kabilesine ait bir köyü ziyaret etmek, Arusha şehrini geçtikten sonra da Manyara gölü yakınlarında bir kamp alanında geceyi geçirmek. Kahvaltıdan sonra Afrika savanında batıya doğru yola çıkıyoruz. Programımızda safari de bulunduğu için bu amaca uygun yapılmış iki ayrı arazi aracı kullanacağız. Şehirler gün ışığında iyice perişan gözüküyor. Arusha'da yol inşaatı nedeniyle iyice zaman kaybedip toz toprağa bulanıyoruz. Yolda bayağı geniş bir hediyelik eşya mağazasında duruyoruz ve hepimiz hediyelik eşya alışverişi yapıyoruz. Afrika'da adet olduğu üzere burada da alışveriş tutarına bağlı olarak ciddi pazarlık yapılıyor.

Bir Massai köyünde mola veriyoruz. Ama burada da bir sürpriz bizi bekliyor. Uzun zamandır ilk kez yağmur yağıyor ve Minadiye ile bir Massai ailesinin toprak kulübesinde evin reisi ve çocukları ile birlikte nerdeyse bir saat mahsur kalıyoruz. Massailer Tanzanya ve Kenya'da yaşayan göçer bir kabile. Israrla yerleşik olmayı reddediyor ve geleneklerine bağlı bir yaşam sürdürüyorlar. Gözlediğimiz kadarıyla batılı turistlere çok ilginç geldikleri için yaşantıları maalesef turistik bir gösteriye dönüşmüş vaziyette. Turistlere yaptıkları el işi hediyelik ürünleri satıyorlar, onlara topraktan yapılmış kulübelerini açıyorlar, turistlerin verdikleri para karşılığında dans gösterileri düzenliyorlar, fotoğraf çektiriyorlar.


Yolda bazı bölgelerin çok kurak, bazı yerlerin ise çok sulak olduğunu görüyoruz. Sulak yerlerde kahve ve pirinç plantasyonlarına, muz bahçelerine rastlıyoruz. Manyara Milli Parkı vahşi yaşamın önemli merkezlerinden birisiymiş. Ama biz yarın bir başka milli parkta safari yapacağımız için gölü uzaktan görüyor ve geceyi geçireceğimiz Haven Nature Safari Camp & Lodge adlı kampımıza geliyoruz (http://www.havennaturesafaricampandlodge.com/campsite.html). Yolda ilk kez Afrika tabiatının bir mucizesi olan baobab ağaçlarını görüp heyecanlanıyorum.

Kampta büyük çadırların içine tek ve çift kişilik yataklar konulmuş. Bu büyük çadır odalar oldukça konforlu. Akşam yemeği açık büfe olarak sunuluyor ve kesinlikle Tanzanya'ya geldiğimizden beri yediğimiz en lezzetli yemek bu oluyor.

12 Kasım 2016

Sabah kahvaltısından sonra arazi araçlarımıza doluşup Tarangire Milli Parkı'na doğru yola çıkıyoruz. Milli Park 1970 yılında oluşturulmuş ve 2850 km kare büyüklüğünde. Bu parkın özelliği Afrika fillerinin ve baobab ağaçlarının (Adansonia digitatabolca bulunması. Safari doyurucu bir şekilde geçiyor. Filler, zürafalar, zebralar, bizonlar, antiloplar, buffalolar, impalalar özgür bir şekilde dolanıyorlar geniş milli parkın içinde. Öğle saatlerinde bir baobab ağacının gölgesinde uyuşuk bir şekilde şekerleme yapan birkaç aslana da rastlıyoruz, ama uykularından vazgeçip bize poz vermeyi reddediyor aslanlar.


Öğle yemeği kumanyalarımızı parkta yiyoruz. Burada hırsız ve arsız maymunlar kumanyalarımıza ortak oluyor. Yemekten sonra Moshi'ye doğru dönüş yoluna koyuluyoruz. Uçağımız ertesi günün ilk saatlerinde olduğu için şirketin ayarladığı bir otelde uçak saatini bekliyoruz. 35 dolar olan otel odalarını üçer kişi olarak satın alıp banyo yapıyoruz, akşam yemeği yiyoruz. Artık dönüş havasına girmiş durumdayız. Memleketi düşünüyoruz, bizi memlekette neler beklediğini düşünüyoruz. Uçağımız gece 2.30'da, ama biz erkenden havaalanına gidip orada beklemeyi tercih ediyoruz.

13 Kasım 2016

THY uçağı yaklaşık yarım saatlik bir gecikme ile kalkıyor. Önce Kenya'nın Mombassa kentine uçuyoruz. Orada uçak mürettebatı değişiyor, uçak yakıt alıyor ve uçakta temizlik yapılıyor. Sonra nihayet İstanbul'a doğru havalanıyoruz. Mombassa'dan İstanbul'a yaklaşık 7 saatlik bir uçuşla ulaşıyoruz. Artık memleketteyiz.

Gezi Maliyeti

Gezi için Tanzanya'da bu organizasyonu yapan şirkete adam başı 1642 dolar ödedik. Bu ücrete Kilimanjaro tırmanışı için gereken bütün ücretler (havaalanı transfer, milli park giriş ücreti, yiyecek, rehberlik, çadır) ve safari ücretleri (araç ve kamp) dahil. İki gecelik otel ücreti olarak (tek kişilik oda) 120 dolar ödedim. Uçak biletini Haziran ayında gidiş-dönüş 2400 TL'ye aldım. Tırmanış ekibine yaklaşık 150 dolar civarında bahşiş verdim. Onun dışında ufak tefek alışverişler için de bişeyler ödeniyor tabii ki.

Gezide çektiğim fotoğraflara aşağıdaki bağlantıyı tıklayarak ulaşabilirsiniz:

https://goo.gl/photos/fe5QyqdrD1AB5g8n6

9 Mart 2014 Pazar

Aynalı orkidenin işleri


Aynalı orkideyi, kızıl-kahve kıllarla çepçevre sarılı parlak mavi dudağından tanımak çok kolaydır. Sanki yetiştiği yurdu Akdeniz bölgesinin gökyüzünü yansıtır gibidir; bilimsel adındaki “speculum” Latince ayna demektir.

Bu çiçek tozlaşmasını tamamen Dasyscolia ciliata adı verilen sinek aracılığıyla yapar. Erkek böcek aynen dişisine benzeyen çiçek tarafından kandırılır. Çiçek de böcek de kıllıdır ve orkidenin dudağındaki mavi bölge gökyüzünün böceğin kanatlarındaki yansımasını taklit eder gibidir. Dahası, çiçeğin kokusu dişi böceğin kokusuna benzediği için erkek böceğin aklını başından alır ve heyecanlanan erkek, çiçek ile çiftleşmeye çalışırken orkidenin tozlaşması gerçekleşir. (http://www.kew.org/plants-fungi/Ophrys-speculum.htm) 

Bu da Dasyscolia ciliata'nın aynalı orkideyle aşk halinde çekilmiş harika bir fotografı. Fotografı Carlos Enrique Hermosilla çekmiş.



8 Eylül 2011 Perşembe

Gezginder Alpler Gezisi



5 Ağustos 2011, Cuma

Bir önceki gece Kamil Koç’un gece seferiyle AŞTİ’den yola çıktık. Dernekten Ömer Çetinkaya ve Hüseyin Bozkurt ve arkadaşların yakınları bizleri uğurlamak için gelmişler. Herkes neşeli, ama hepimizde biraz tedirginlik de var. Ne de olsa GEZGİNDER olarak bilmediğimiz bir coğrafyada yürüyüşe gidiyoruz. Eşyalarımız (çadır, mat, uyku tulumu, sırt çantaları) bayağı yüklü gözüküyor. Acaba Pierre’in kiraladığı araç bunları alabilecek bagaj kapasitesine sahip mi?

Otobüs yolculuğumuz Esenler’de sona erdi. Çay ve simitle hızlı bir kahvaltıdan sonra Kamil Koç’un servisiyle Atatürk Havalimanı’na geçtik. Bagajlarımızı sorunsuz bir şekilde verip uçak saatini beklemeye başladık. İstanbul’dan içinde sadece 16 yolcu olan bir THY uçağı ile Torino’ya geldik. Rahat bir yolculuk oldu. Torino Havaalanında bizi Pierre karşıladı. Gezimiz boyunca bizi taşıyacak araç bir Ford minibüs. Korktuğumuzun aksine araç bütün bagajımızı aldı. Biz de (Pierre’le birlikte toplam 11 kişi) sıkışarak da olsa oturduk.

İlk hedefimiz Torino’da biraz dolaşmaktı, ancak çevre yolundan şehir merkezine gidiş için gereken çıkışı kaçırınca Garda Gölü’ne doğru devam etmeye karar verdik. Aracı Pierre kullanıyor. Milano’yu geçtik. Yaklaşık 3 saatlik bir yolculuktan sonra iki gece geçireceğimiz, Garda Gölüne 7 km mesafedeki Bedizzole adlı küçük kasabaya geldik. Pierre’in önceden rezervasyon yaptırdığı pansiyonu bulduk (Bunlar İngilizcedeki adıyla Bed and Breakfast, kısaca B&B olarak biliniyor). Bahçe içinde güzel büyükçe bir evin güler yüzlü, Fransızca ve İngilizce konuşan ev sahibesi buyur etti bizi. Ev zevkle döşenmiş, çok hoş bir yer. Bahçesi de keyifli. İncir ağacının meyvelerinden hemen tattı arkadaşlar. Geceliği kahvaltı dâhil adam başı 25 avroya burada kaldık. Pansiyona eşyalarımızı bıraktıktan sonra serinlemek için İtalyanın en büyük gölü olan Lago di Garda’ya doğru aracımızla yola çıktık. Adı her nasılsa bende aşinalık uyandıran Maderno’da göle girdik. Gölün suyu soğuk değildi. Denizlerimizin tuzlu suyuna alışkın benim için gölde yüzmek pek keyifli olmadı. Yine de dün gece başlayan yolculuğun yorgunluğunu atmış ve serinlemiş olduk. Kıyıda genellikle Almanya ve Hollanda gibi ülkelerden gelen turistlerin ailecek kamp yaptıkları kampingler dikkat çekiyor. Ancak gölün kıyısında burjuva ailelerin sayfiye evi olarak inşa ettikleri çok zevkli eski yapılar da mevcut. Göl sefasından sonra Bedizzole’ye geri döndük. Akşam yemeğimizi ev sahibemizin tavsiye ettiği bir yerde yedik: Risotto, et, salata, tatlı ve şaraptan oluşan lezzetli ve doyurucu bir yemek (adam başı 22 avro).


6 Ağustos 2011, Cumartesi


Güzel bir kahvaltıdan sonra, ikinci gece için yeri olmadığından sevimli ev sahibemizin bize bulduğu diğer pansiyona geçtik. Büyükçe bir bahçe, bahçede çeşitli meyve ağaçları (nar, incir, armut), çok yaşlı bir sedir ağacı, pansiyon olarak kullanılan kule biçiminde bir yapı ve içinde ev sahiplerinin yaşadığı (sonradan 17. yüzyıldan kalma olduğunu öğrendiğimiz) görmüş geçirmiş olduğu her halinden belli eski bir ev var. Pansiyon olarak restore edilen kule biçimindeki yapının zemin katı mutfak ve yemek salonu, üst katlarda odalar var. Kalabalık bir ekip olduğumuz için odalarda üçer dörder kişi kalıyoruz. Biz, Minadiye ve Gürsu ile aynı odadayız.


Pansiyona yerleştikten sonra gölün güneyinde yer alan Sirmione Yarımadası’na doğru yola çıktık. Sirmione bir kalem gibi sahilden gölün içlerine doğru uzanıyor. Önce yarımadanın tam ortasında yer alan Scaligera Kalesi’ni gezdik. Kalenin en yüksek kulesine 166 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor. Oradan manzara muhteşemdi. Bol bol fotoğraf çektik. Daha sonra yarımadanın en uç noktasında yer alan M.Ö. 1. yüzyıldan kalma Roma harabelerini gezdik. Burası bir açıkhava müzesi. Zengin bir Romalı ailenin yaptırdığı müthiş bir yazlık saray (villa) kalıntısı. Romalı şair Catullo’nun olduğu rivayet ediliyor. O nedenle de “Grotte di Catullo” diye anılıyor. Çok etkileyici ve güzel bir mekân. Çok da güzel düzenlenmiş ve tabii çok bakımlı. Catullo Latince yazan şairler arasında en çok bilinenlerden birisi. Sevgilisi Lesbia’ya diyor ki: Öpüşelim, binlerce defa, sonra binlerce defa daha, yüzlerce kez ve yine yüz binlerce, o kadar çok öpüşelim ki sayısını karıştıralım, kötü gözler bize nazar değdiremesin.”

Sirmione’den ayrılıp gölün kuzeybatısında yer alan manzarası ile ünlü Montecastello Manastırı’na yöneldik. Çok dar ve dik bir yol bizi göle hâkim sarp bir tepenin üstünde inşa edilmiş manastıra çıkardı. Aracımız bu çok dar yola çok zor sığdığı için çıkarken epey zorlandık. Biraz daha aşağıda yer alan park yerinde aracı bırakıp yukarı yürümek herhalde daha akıllıca olurdu. Manastırın bu tür yerlere özgü gizemli bir havası vardı. Manastırın bahçesinde bir şeyler içip biraz soluklandıktan sonra yine manzarası ile ünlü Pieve di Tremosine’e geçtik. Gölden 423 metre yüksekte ve nerdeyse 90 derecelik bir açıyla yükselen bir kaya kütlesinin üstüne kurulmuş Pieve köyü. Köyde sadece bu amaçla kurulmuş teraslardan manzarayı izledik. Herkes bol bol fotoğraf çekti. Gölün doğu kıyısındaki Baldo Dağının ve batı kıyısında yer alan komşu Campione’nin buradan görünümü çok etkileyiciydi. İnsan aşağıya bakarken dizlerinin titrediğini hissediyor. Pieve’den sonra sürücülük görevini ben devraldım ve kayalar oyularak yapılmış çok dar bir yoldan geçerek kazasız belasız Bedizzole’ye geri döndük. Akşam yemeğinde Pierre ve Cemalettin’in yaptığı nefis tortinelliyi yedik. Yakındaki ünlü İtalyan kenti Verona’yı gezmeye karar verdiğimiz için Bedizzole’deki kalışımızı bir gece daha uzattık.

7 Ağustos 2011, Pazar

Sabah kahvaltıdan sonra 35 km doğudaki Verona’ya doğru yola koyulduk. Hava yine güzeldi. Gezilecek, görülecek mekânlarda indirim sağlayan Verona kartı aldık ve gezimize Verona Arenası ile başladık. Biz Arenayı gezerken akşam burada sahneye konulacak Verdi’nin Aida Operası için vinçler de kullanılarak dekorlar yerleştiriliyordu. Arkadaşların bir bölümü Arena’ya giderken epey geride kalmışlardı. Sonradan bu gecikmenin sebebinin uluslararası bir tiyatro festivali için Verona’da bulunan Tarık Akan, Bülent Kayabaş’ın da aralarında olduğu bir grup Türk sanatçıyla karşılaşmış olmaları olduğunu anladık. Binnur’la geçen gelişimizde (1999) olduğu gibi, Shakspeare’in eseri Romeo ve Juliet sayesinde dünya çapında ün kazanmış olan, Capuleti Evi yine çok kalabalıktı. İnsanların fotoğraf çektirmek için sıraya girdikleri avludaki Juliet heykeli ve Juliet’in balkonunda ben de epeyce fotoğraf çektim.

Daha sonra Lamberti Kulesi’ne çıkıp nefis kent manzarasını izledik. Verona, meydanları, meydanlarını süsleyen güzel havuzları, çeşmeleri, ortaçağdan kaldığı halini koruyan konakları, avluları, dar sokaklarıyla çok hoş bir kent. Ayrı bir kent kimliği var ve Veronalılar da bu kimliği korumak için ciddi çaba gösteriyorlar. Bu çabanın sonucu da her yıl kenti ziyaret eden milyonlarca turist olarak Veronalıların yüzünü güldürüyor. Beni en çok etkileyen eser ise Veronanın bir meydanında karşımıza çıkan İlahi Komedya yazarı Dante Allighieri heykeli oldu. Şair bu heykelde düşünceli bir ciddiyetle karşımıza çıkıyor. Çok sahici, o nedenle de çok etkileyici geldi bu heykel bana. St. Anastasia Katedrali’ni de gezdikten sonra arkadaşlarla buluşacağımız Arena’ya Adige Nehri kıyısı boyunca yürüyerek döndük. Bütün güzel kentler gibi Verona’nın da içinden bir nehir geçiyor ve nehir üzerinde yapılmış köprüler şehre ayrı bir hava katıyor. Öğle yemeğini sakin bir sokakta bir pizzacıda yedik. Akşamki Aida gösterisini izleyip izlememek konusunu aramızda tartıştık. Saat dokuzda başlayacak operayı izlemek için çok yorgun olduğumuza karar verince dönüşe geçtik. Pierre’in önerisi üzerine akşamüzeri yolumuz üzerindeki Peschiera’da göle girip serinledik. Oradaki kafede bir şeyler yiyip içtik. Akşam için süslenip püslenerek yakınlarda bir yerlerdeki partiye katılmak üzere kafeye gelen İtalyan gençlerini izledik. Saat dokuza doğru Bedizzole’deki son gecemizi geçireceğimiz pansiyona döndük. Yarın Alplere doğru yola çıkıyoruz!..

8 Ağustos 2011, Pazartesi

Ev sahibemiz Bayan Virginia Ongaretti ile birlikte fotoğraf çektirdikten sonra saat 9.30 gibi Bedizzole’den ayrıldık. Rahat bir yolculukla Milano üzerinden ünlü Aosta Vadisi’ni geçerek İtalya’nın Alplerin ayağındaki şehri Aosta’ya geldik. Vadide herhalde ortaçağlarda vadiden geçen yolu kontrol amacıyla yapılmış pek çok kale/şato gördük. Aosta, İtalya’yı kuzeybatıya bağlayan önemli bir geçit üzerinde olduğu için Roma döneminden kalma hatırı sayılır sayıda ve nitelikte eser var. İmparator Augustus adına yaptırılmış bir zafer takı, amfi tiyatro, kent kapısı ve çok sevimli bir köprü dikkat çekiciydi. Zafer takı ile birlikte kente doğudan gelenleri karşılayan iki yüz yıllık çınar da Aosta’dan bende kalan canlı bir izlenim oldu.

Biraz mutfak alışverişi de yaptıktan sonra Alplerin İtalya bölümünü aşıp Fransa bölümüne doğru tekrar yola koyulduk. İtalya’yı Fransa’ya bağlamak üzere inşa edilmiş ünlü Mt. Blanc tünelinden geçmektense (çok pahalı olduğu için) dağları yukardan aşan Petit St. Bernard Geçidini kullanmaya karar verdik. İtalyanların Monte Bianco olarak adlandırdıkları Mt. Blanc’ın hemen gölgesindeki ünlü kayak merkezi Courmayeure geldik. Buraya gelirken coğrafya birden çok sarp bir görünüm aldı. Courmayeur’e asıl geliş amacımız Avrupa’nın en yüksek dağı olan Mt. Blanc’ı yakından görebilmekti. Ama Monte Bianco/Mt. Blanc mahcup bir günündeydi, zirvesini göstermedi bize.

Daha sonra İtalya’yı terk edip 2188 metrelik Petit St. Bernard geçidini aşarak Fransa’ya geçtik. Geçide tırmanırken ve geçitten aşağı vadiye inerken yol çok dönemeçliydi. Doyumsuz Alp manzaraları eşliğinde ancak akşamüstü asıl etkinliğimizi gerçekleştireceğimiz, Pierre’in ailesinin evinin bulunduğu Pralognan la Vanoise’e geldik. Ev küçük fakat çok kullanışlı geldi bize. Köy de akşam saatlerinin dinginliğinde gözümüze çok sevimli gözüktü. Saat geç olduğu için çadır kurma işini ertesi güne bırakıp ilk gece 11 kişi Bastin ailesinin evinde kaldık.

9 Ağustos 2011, Salı

Sabah çadırda kalacak arkadaşlar için çadırları kurmak üzere Pierre’in daha önce rezervasyon yaptırdığı belediyeye ait kampinge gittik. Çok güzel düzenlenmiş bir kamping. İnsanlar çadırlarında, karavanlarında çoluk çocuk kalıyorlar. Ortam tertemiz ve sessiz. Kamp alanı sırtını vadiyi çevreleyen dağlardan Grand Marchet’e vermiş. Bu dağ 800 metre yüksekliğinde bir duvara sahip ve muhteşem bir görünümü var. Çadır alanı olarak bize tahsis edilen parseli bulup çadırları kurduk.

Daha sonra ilk günkü yürüyüş programını uygulamak için Refuge du Col de la Vanoise’e doğru yola koyulduk. İnsanların zor tabiat şartlarında yaz kış sığınacakları dağ evlerine burada “refuge” adı verilmiş. Buralarda önceden rezervasyon yaptırarak kalmak ve böylece çevrede yer alan yüksek dağlara tırmanmak veya birkaç gün sürecek trans niteliğinde etkinlikler yapmak mümkün. Dağcılar ve yürüyüşçüler için temel ihtiyaçların tamamı buralarda karşılanabiliyor. Yürüyüş sırasında bir vadi boyunca yavaş yavaş yükseldik. Hava yer yer kapalı, yükseklerde şiddetli bir rüzgâr var ve bu yürüyüşü biraz zorlaştırıyor. Yürüyüş büyük ölçüde Fransa’nın 1960’larda ilk kez ilan ettiği milli park olan Vanoise Milli Parkı’nda geçiyor. Yolda insanlardan kaçmayan bir yer sincabı türü olan ve bizde bulunmayan marmot’lara rastlıyoruz. Ağaç sınırını aştıktan sonra Alp florasını daha yakından gözleme şansını buluyoruz. Çançiçekleri, bizdeki sığırkuyrukları gibi görkemli sarı jentiyanlar, daha önce görmediğim cins çiçekler var. Bolca fotoğraf çekiyorum. İlk kez gördüğüm bir başka beyaz çiçek dikkatimi çekiyor. Bunun adının “edelweiss, Leontopodium alpinum olduğunu, bu dağlara özgü endemik bir tür olduğunu ve yok olma tehlikesine maruz bulunduğunu sonradan öğreniyorum. Bir gaflet içinde fotoğrafını çekmeyi ihmal ediyorum ve buna sonradan çok pişman oluyorum, çünkü daha sonraki yürüyüş güzergâhlarında bir daha edelweis görmek mümkün olmuyor. Hava şartları nedeniyle tahminimizden daha zor geçen bir yürüyüşten sonra 2517 metre yükseklikteki dağ evine ulaşıyoruz. Binnur da yüksek irtifa ve rüzgâr nedeniyle nefes almakta biraz zorlandı, ama sonuçta dağ evine başarıyla vardı. Yol boyunca gördüğümüz Aiguille de la Vanoise (2796 m.), Vanoise Buzulu, Petit Mt. Blanc (2533 m.) ve tabii haşmetli Grande Casse (3856 m.) gibi yüksek ve ünlü zirveler başımızı döndürdü. Dağ evinde soba başında bir şeyler içip ısındık. Buraya kadar dikkatimizi çeken bir başka husus da yürüyüş patikalarının çok özenli bir şekilde belirlenmiş olması, işaretlemenin ve yön tabelalarının yerleştirilmesinin kaybolmayı nerdeyse imkânsız kılacak tarzda yapılmış olması ve bu olanaklardan yaşlı-genç, kadın-erkek, çoluk-çocuk ayrımı olmaksızın herkesin çok yaygın bir biçimde yararlanıyor olması. İnsanlar büyük bir keyifle ve merak duygularıyla dolu olarak tabiatın ve milli parkın tadını çıkarıyorlar. Dağda karşılaştığımız insanlar hep güler yüzlü, hep nazik, asla selamı esirgemiyorlar.

Dönüş yolunda içine taş plakalar döşenerek patika oluşturulmuş Lac des Vaches’den (İnekler Gölü) geçiyoruz. Çevrede eriyen buzul sularının oluşturduğu görkemli şelaleler var. Bu güzel görüntüler eşliğinde 7 saat süren ilk günkü yürüyüşümüz bindiğimiz teleferiğin bizi ulaştırdığı ve yürüyüşe başladığımız nokta olan, köyün hemen üstünde yer alan Les Fontanettes’de sona eriyor. Hava düzeldiğinden buradaki kafede biraz güneşlenip sohbet ediyoruz ve eve dönüyoruz. Kahvaltıları ve yemekleri kampingde kalan arkadaşlar da dâhil olmak üzere hep beraber evde yapma kararı almıştık. Bulgur pilavı (bulgur Türkiye’den özel olarak getirildi), mantar sote ve salatadan oluşan akşam yemeğini hep beraber yedikten sonra dinlenmeye çekiliyoruz.

10 Ağustos 2011, Çarşamba

Kahvaltı sonrası araca biraz benzin almak, bir süredir arıza sinyali veren aracı tamirciye göstermek için köyün benzincisine gittik. Fren balatalarının değişmesi gerektiğini öğrendik. Bir sonraki gün için randevu aldık. Sonra Pierre’in kendi aracını da alarak iki araç kaya tırmanışı yapmayı planladığımız ünlü kayak merkezi Courchevel’e doğru yola çıktık. Pierre kendi arabasını kullandı, ben de Pierre’in deyimiyle “servis”i kullandım. Courchevel’i geçtikten sonra kaya tırmanışı alanının olduğu orman içinde güzel bir göl kıyısındaki La Rosiére’ye geldik. Burada genel olarak “via ferrata” olarak adlandırılan tırmanış yapacağımız kayalıklara geldik. Via ferrata İtalyanca bir deyim. Demir yol anlamına geliyormuş. Tarihsel olarak Birinci Dünya Savaşında Alplerdeki ikmal kanallarını açık tutmayı amaçlayan İtalyan ordusunun ilk kez kurduğu bu tesislerde ayak basmak ve tutmak için kullanılan demir tutamaklar kayalara çok sağlam bir şekilde çakılıyor. Tırmanış yapılan alanda emniyet kemerinin takıldığı çelik halat bulunuyor. Böylece kaskını ve emniyet kemerini takan herkes bu çelik halata bağlanarak via ferrata’yı kat ediyor. Via ferrata’ların zorluk derecesi ve uzunluğu değişiyor. Bütün Alplerde bunlardan çok sayıda yapılmış. Böylece insanlar kendi beceri ve cesaretlerine uygun olan via ferrata’yı seçerek bu tesislerden ücretsiz ve herhangi bir gözetim olmaksızın yararlanıyorlar. Bizim tırmandığımız via ferrata daha çok yeni başlayanlara yönelik bir parkurdu. Tek ip üzerinden geçiş (maymun köprüsü) ve vadiyi aşan asma köprü bizim etkinliğimizin en heyecanlı bölümünü oluşturuyordu. Etkinlik iki saat kadar sürdü ve baştan sona adrenalin yüklüydü. Bizim etkinliğimize grup üyelerinin tamamı katıldı. Herhangi bir sıkıntı olmaksızın parkuru tamamladık. Herkes çok keyif aldı. Sonrasında güzel bir dere kıyısında piknik yaptık. Kaya tırmanışı konusunda bizden daha hevesli ve tecrübeli olan Pierre ve İpek başka etkinlikler yapmak için bizden ayrıldılar.

Grubun kalan üyeleri olarak öğleden sonrayı gezmeye ayırdık. Kayak merkezi olarak bütün dünyada haklı bir üne sahip olan Courchevel üç ayrı rakıma dağılmış ve bu rakımlara göre değişik adlar alıyor. Önce Courchevel 1850’de dolaştık. Biraz alışveriş yaptık. Daha sonra Courchevel 1550’deki 1992 Kış Olimpiyatları nedeniyle inşa edilen kayakla atlama merkezine gittik. Dünya Çim Kayağı yarışmaları nedeniyle düzenlenen kayakla atlama yarışlarını izledik bir süre. Pistin kıyısında dalgalanan bayraklar arasında ayyıldızlı bayrağımızı görmek hoş bir sürpriz oldu. Daha sonra 15 km ötedeki Isere nehri kıyısındaki Moutiers’e gittik. Moutiers eski ve görmüş geçirmiş bir kasaba. Buradan demiryolu da geçiyor. Kasabanın köklü bir geçmişi olduğu katedralinin görkeminden de belli oluyordu. Dönüş yolunda Bozel adlı kasabaya da uğradıktan sonra köyümüze akşamüzeri varmış olduk.

11 Ağustos 2011, Perşembe

Güzel bir gün. Pralognan’ı çevreleyen dağları birbirine bağlayan ve köyün batısında 2400 metre irtifada yer alan Col de la Grand Pierre’e yürümeye karar verdik. Köyün bulunduğu 1400 metreden 2400 metreye kadar yükseleceğiz. Bu yükseltide yer alan ve Pralognan vadisini Courchevel vadisinden ayıran sırt boyunca yürüyüp bir başka rotadan köye dönmeyi planladık. Yürüyüş önce orman içi bir patikadan tırmanma şeklinde başladı. 2000 metreye kadar yükselince ağaçlar seyreldi ve La Montagne adı verilen küçük köye/yaylaya ulaştık. Burada mola verdik. Manzara muhteşem. Daha önce sisler içinde zar zor görebildiğimiz Grande Casse bugün bütün ihtişamıyla karşımızda. Yayladan itibaren 1 saat süren zorlu bir tırmanışla Grand Pierre geçidine ulaştık. Manzara bu yükseltide bir başka güzelliğe sahip. Yükseldikçe, 50 km kuzeyimizde görünmeye başlayan Mt. Blanc zirvesini (4810 m.) tanıdım. Batıda Courchevel ve önceki gün adrenalin yüklemesi yaptığımız via ferrata da gözüküyor. Çok dar bir sırttaki patikadan, aksi yönden gelenlere yol vermek için uygun yerler arayarak yürüyoruz. Mt. Blanc zirvesi artık gayet belirgin olarak karşımızda. Biz de güzel havanın sağladığı bu imkânı değerlendirerek bol bol Mt. Blanc fotoğrafı çektik. Zeminin kalkerli bir yapısı olduğu için arazi sağımızda solumuzda su ve karın eriterek oluşturduğu irili ufaklı obruklarla dolu. İlginç bir görüntü. Yolda Mayısta Ağrı Dağına tırmanmış bir Fransız grubu ile karşılaştık. Başarılı bir tırmanış yapmışlar ve Türkiye’den iyi izlenimlerle ayrılmışlar.

İnişte Binnur’un diz problemi nüksetti. O nedenle oldukça yavaş bir tempoyla indik. Böylece vadi tabanında yer alan köyümüze 9 saatlik bir yürüyüş sonrasında kavuşmuş olduk. Pierre, Gürsu, Sabiha ve Gönül’den oluşan öncü grup bizden nerdeyse iki saat önce tamamlamış yürüyüşü. Bir bölümü köydeki havuza gitmişler, diğerleri de Pierre eşliğinde köyün yakınındaki kaya tırmanışı sahasına eğitime giderek değerlendirmişler bu süreyi. Binnur ve ben dinlenme seçeneğini tercih ettik. Yemek yedikten sonra köy içinde kısa bir yürüyüş yaptık. Daha sonra barda oturup yazışmalarımızı ve telefon görüşmelerimizi yaptık.

12 Ağustos 2011, Cuma

Güne biraz daha geç başladık. Niyetimiz yakınlardaki bir başka vadide yürümek. Bu amaçla Pralognan’a 15 km mesafedeki Champagny-le-Haut’e gittik. Burası da büyük bir kayak merkezi. Daha sonra yolun bitiminde güzel bir şelalenin olduğu park yerine aracı bırakıp Laisonnay d’en-Haut adlı köyden yürüyüşe başladık. Pierre basit ve kısa bir yürüyüş olacağını söylediği için yürüyüş ayakkabılarımızı ve batonlarımızı almadık. Sonra anlaşıldı ki bu pek de öyle Pierre’in söylediği gibi kolay bir yürüyüş değilmiş. Yürüdüğümüz vadi Grand Bec (3398 m.) ve Grande Casse (3855 m.) dağlarının kuzey yüzünde yer alıyor. Bu dağlardaki buzulların erimesiyle oluşan coşkulu şelaleler eşliğinde Cliére Dağ Evi’ne kadar yürüdük. Dağ evi küçük, fakat çok sevimliydi. Çok popüler bir rota olduğu anlaşılan bu parkurda her yaştan pek çok yürüyüşçü ile karşılaştık. Öğle yemeği için önceden hazırladığımız azıklarımızı dağ evinde yedik. Sonra biraz daha yükselip Grande Casse’ın buzulunu gördük. Bir saatlik bir tırmanışla buzulun ayağına kadar tırmanmak da mümkündü, ancak zaman darlığı ve donanımımızın da çok uygun olmaması nedeniyle o noktadan geri döndük. Bu noktada daha önce görmediğimiz 3653 metrelik Grande Motte zirvesini görmek de mümkün oldu. Dönüş yolunda ekip çevrede bolca bulunan ahududulardan yedi. Aracımızı bıraktığımız park yerinde biraz dinlendikten sonra köye geri döndük.

Ekibin bir bölümü köyün yakınındaki Fraiche Şelalesi’ndeki kayada bulunan via ferrata’ya tırmanmak üzere bizden ayrıldılar. Biz Binnur’la biraz alışveriş yaptık, köyde kurulmuş olan pazarı gezdik, çocuklara göndermek üzere kartpostal aldık. Sonra evde erken bir akşam yemeği yedik. Yemeği, günü evde geçirmeyi tercih eden Pelin ve Gönül hazırlamışlardı.

13 Ağustos 2011, Cumartesi

Sabah Gönül yamaç paraşütü (paragliding) yapmak üzere teleferikle vadiyi çevreleyen yüksek yaylalardan birine doğru yola çıktı. Biz de Pelin’le beraber ineceği yerde fotoğrafını çekmek üzere konuşlandık. Paraşütün önce vadinin yüksekliklerinden süzüldüğünü gördük. Hava durgun ve pırıl pırıl güneşliydi. İnişe yaklaşınca Gönül GEZGİNDER flamasını çıkardı, biz de Pelin’le bol bol fotoğrafını çektik (Etkinlik bedeli 75 avro).

Daha sonra Pralognan’ın hemen yanı başındaki Fraiche Şelalesi’ndeki ürkütücü via ferrata’da kaya tırmanışı yapacak arkadaşlarımızın yanına gittik. Çok yüksekten gürül gürül akan bu şelalenin yüksekliği 80 metre. Tırmananlar bu yüksekliği adım adım kat ederek en yüksek noktada, şelalenin üzerine kurulmuş maymun köprüsünden de geçerek varış noktasına ulaşıyorlar. Şelalenin uçuşan sularının zaman zaman kayganlaştırdığı kayaya tırmanmak hiç de kolay gözükmüyor. Ancak başta Pierre olmak üzere, İpek, Fatma, Gürsu ve Sabiha kayayı başarıyla tırmandılar (Fatma, Gürsu ve Sabiha’ya bu etkinlikte bir yerel rehber yardımcı oldu). Biz de aşağıdan arkadaşların fotoğraflarını çektik. Ancak seyretmesi bile heyecan verici bir etkinlikti. Etkinliği başarıyla tamamlayan arkadaşlarımızı başlarındaki rehber, vadiyi 450 metre uzunluğundaki bir çelik halatla aşan tel köprüden bu tele bağlı bir makarayla kaydırarak ödüllendirdi ve böylece etkinlik adrenalinin tavan yaptığı bu manzara ile son buldu.

Daha sonra evde öğle yemeği yeyip Pierre’in her zaman olduğu gibi kolay (!) olarak nitelendirdiği bir parkurda yürümek üzere Pont de la Pêche denilen yaylaya gittik. Yürüyüşe servisi park ettiğimiz bu noktadan başladık ve dört saat süren, sıcak ve güneşten biraz bunaldığımız bir yürüyüşten sonra hedeflediğimiz 2474 metre irtifadaki Refuge de Peclet-Polset’e ulaştık. Buradan epeyce uzun bir buzul kulvarıyla ulaşılan Polset İğnesi’ni yakından görmek imkânımız da oldu. Burası gezimiz öncesi tırmanma programına aldığımız 3531 metre yükseklikte bir zirve. Zirveye ulaşmak için uzunca bir buzul geçişi yapıldığından bu tırmanış rehber ve özel donanım (krampon ve kazma) gerektiriyor. Dağ evine kadar gelen arkadaşlar (Cemalettin, Minadiye, Sabiha, Gürsu, Fatma ve ben) az ilerdeki Lac Blanc’a kadar yürüdük. Gölün manzarası huzur verici bir dinginliğe ve güzelliğe sahipti. Burada Polset’in eriyen buzullarının oluşturduğu bu göl manzarasını seyrettikten sonra dönüşe geçtik. Dönüşte bizi daha aşağılarda ekipten ayrılan Binnur ve Pelin karşıladılar. Bazı arkadaşlar yolumuz üzerindeki çiftlikten alışveriş yaparak buralara özgü bir peynir olan Beaufort peynirinden almışlar. Akşam eve hepimiz çok yorgun döndük. Ben erkenden yattım. Genç olan veya kendini genç hisseden arkadaşlarımız ise bugün başlayan Dağ Rehberleri Festivali nedeniyle sokaklarda çalınan müzik eşliğinde dans etmişler.

14 Ağustos 2011, Pazar

Festivalin ikinci günü. Hava geldiğimizden beri ilk kez zaman zaman kapalı ve hafif yağmurlu. Festival bu bölgenin (Vanoise) dağ rehberleri tarafından her yıl düzenleniyormuş. Köyün sakin sayılabilecek sosyal hayatını renklendiren bir etkinlik olduğu anlaşılıyor. Rehberlerin tamamı geleneksel yerel giysiler içindeler. Katılımcıların bir bölümü de yerel giysiler giymişler. Tören, 1950’li yıllarda bir dağ kazasında ölen bir rehberin anısına yaptırılan küçük anıta çiçek konulması ve saygı duruşu ile başladı. Rehberlerin ve diğer esnafın katıldığı geçit resminden sonra (köyün kilisesi yıkık durumda olduğu için) köy meydanında yapılan Pazar ayini, rehberlerin ve malzemelerin köyün papazı tarafından kutsanması ile devam etti. Sabiha da bu amaçla ta Türkiye’den getirdiği iplerini kutsatarak ve papazın sunduğu kutsal ekmekten yiyerek grubun diğer üyelerine fark atmış oldu. Günün kalan bölümünde köyün çeşitli bölümlerinde değişik gruplar müzik yaptılar. Bunlardan en ilgi çekici olanı birkaç metre uzunluğundaki “alp borusu” adı verilen müzik aleti ile yapılanıydı. Ayrıca elişi ağırlıklı bir pazar da kurulmuştu. Çevre köy ve kasabadan gelenlerle birlikte çok canlı, şenlik havasında bir gün yaşandı köyümüzde. Tamamen mahalli girişimlerle düzenlenen ve desteklenen sivil bir töreni izlemek bizim açımızdan çok ilgi çekiciydi. Resmi bir havası olmadığı için her şey (kilise ayini de dâhil olmak üzere) çok sahici geldi bize. Gönüllülük esasına dayalı bu tür beraberliklerin, etkinliklerin uygar bir yaşantının parçası olduğunu, insanların hayatına bir renklilik kattığını ve yerel dayanışmayı güçlendirdiğini kendi gözlerimizle görmüş olduk.

Bu günü arkadaşlarımızın büyük bölümü gibi biz de dinlenmeye ayırdık. Köyün çamaşırhanesinde çamaşır yıkadık (yıkama ve kurutma toplam maliyet 10 avro). Akşam saatlerinde köyün daha önce görmediğimiz yukarı mahallesinde gezindik, çiçekler içindeki güzel ve sevimli ahşap evlerin fotoğraflarını çektik. Köyün üzerine yavaş yavaş çöken akşam saatlerinin tadını çıkardık. Büyük Şairimizin sözünü ettiği “sarı sıcak pencereler” ardında saklı yaşantıları düşünerek akşamı ettik. Akşam yemeğini de hep beraber keyifle yedik. Yemeklerimize ve kaya tırmanışı etkinliklerine Pierre’in arkadaşı Alex de zaman zaman katılmaya başladı.

15 Ağustos 2011, Pazartesi

Rahatsız geçen bir geceden sonra yağmur ve sisli bir sabaha uyandık. Ancak öğleden sonra havanın yükseleceği tahmin ediliyor. Hava tahminlerinin kesinleşme oranı nerdeyse yüzde yüz. Tahminler köyün turizm bürosunun kapısına asılıyor ve o günkü etkinlikler için bütün yürüyüşçülere, dağcılara, kaya tırmanışı yapanlara yol gösteriyor. Havanın öğleden sonra düzelmeye başlaması nedeniyle evden çıktık. Pierre, Fatma, İpek, Gürsu, Minadiye ve Sabiha’dan oluşan bugünkü ekip Fransa’nın en yüksek via ferrata’sına çıkmayı amaçlıyor. Kalanlar da Courchevel civarında yürüyüş yapacak. Hep beraber Courchevel 1850’den teleferikle 2659 metre yükseklikteki La Vizelle’e çıktık. Burada gerçek bir Rodin heykeli (Düşünen Adam) karşıladı bizi. Oradan hemen yakındaki bir başka teleferik istasyonuna geçtik (La Saulire, 2738 m.). Bu istasyon Courchevel’e bitişik Meribel vadisine hizmet veriyor. Bu istasyonların tümünün yapım nedeni kayak sporuna imkân sağlamak. Pierre’in söylediğine göre burada birbirine bitişik üç vadide (Courchevel, Meribel ve Val Thorens) 350 km’den fazla uzunlukta kayak pisti bulunuyormuş. Bu kasabalarda hayat kayak üzerine kurulmuş. O nedenle bizim gördüğümüz Courchevel, özellikle akşam saatlerinde ölü bir kente dönüşüyor. Kafeler akşam saat yedide kapanıyor.

Kaya tırmanışı yapacak arkadaşlarımız son hazırlıklarını da tamamladıktan sonra Croix de Verdon (2739 m.) kayalıklarına doğru yöneldiler. Bizse oradaki panoramik bir kafede bir şeyler içtikten sonra yine teleferikle bir alt istasyon olan Verdons’a indik Buradan bir saatlik bir yürüyüşle Lac Bleu’ye vardık. Oradan da patikaları izlemeksizin kestirmeden Courchevel 1850’ye indik. Burada kaya tırmanışı yapan arkadaşlarımızı bekledik. Tırmanış ekibinin gelişi akşam saat dokuzu buldu. Hepsi yorgun, ama bu zorlu tırmanışı başarıyla tamamladıkları için mutluydular. Sadece Minadiye’nin çarşak inişi sırasında zaten arızalı olan dizi incindiğinden biraz ağrısı vardı. Akşam bizi evde Gönül’ün yaptığı güzel yemekler bekliyordu. Neşeli bir ortamda yemek yedik. Bir kutlama havasındaki yemekten sonra şarkılar, türküler söylendi ve hepimiz o gece biraz geç yattık.

16 Ağustos 2011, Salı

Güne geç başlıyoruz. Yarın arkadaşların (Pierre, Cemalettin, Gürsu ve Sabiha) buzul tırmanışı olduğu için hazırlık yapıyorlar. Biz de daha hafif bir program uygulamaya karar verdik. Öğleden sonra Binnur, Fatma, Minadiye ve Gönül’le birlikte Pralognan yakınındaki Pont de Gerlon'dan başlayıp güzel bir patikayla dağlara doğru yükselen bir rota izledik. Manzara mükemmeldi. Asıl amacımız Pierre'in sözünü ettiği, endemik bitkilerin koruma altında olduğu alanı bulmaktı. Ama galiba yanlış rotaya girdiğimiz için bu alanı bulamadık. İyice yükseldikten sonra ekip arkadaşlarım mola verdiler. Ben belki sözü edilen yeri bulabilirim umuduyla biraz daha tırmandım. Tırmandıkça Mey İğnesi (2845 m.) bütün görkemi ile çıktı karşıma. Ama bu rotanın aslında Petit Mt. Blanc (2533 m.) rotası olduğunu anladım. Epeyce fotoğraf çektim. Sonra beni bekleyen arkadaşların yanına döndüm. Böylece toplam dört saatlik keyifli bir yürüyüş yapmış olduk.

Eve döndüğümüzde buzul tırmanışı yapacak arkadaşlarımız çıkmışlardı. Hava güzel gözüküyor. Buzul tırmanışı için uygun bir hava olsa gerek. Ancak kendine özgü riskleri nedeniyle ekip bir yerel rehber eşliğinde yapacak tırmanışı (Rehber ücreti adam başına 110 avro). Biz de arabayla 120 km kuzeyde, hemen Mt. Blanc kütlesinin dibinde yer alan ünlü kayak merkezi Chamonix'ye gitmeye karar verdik.

17 Ağustos 2011, Çarşamba

Sabah 8.30’da yola çıktık. Aracı ben kullanıyorum. Ekipte Binnur, Minadiye, Fatma, Gönül ve Pelin var. Kuzeye doğru önce Albertville'den geçip İtalya sınırına, büyük Mt. Blanc tünelinin olduğu noktaya doğru gidiyoruz. Bu yol aynı zamanda Cenevre üzerinden İsviçre'ye de ulaşıyor. Hava güzel, trafik yoğun. Önce bunun İtalya veya İsviçre'ye geçmek isteyenlerin oluşturdukları bir yoğunluk olduğunu düşündük. Ancak Chamonix'ye yaklaştıkça herkesin bizim gibi oraya yöneldiğini anladık. Park yeri bulmak ciddi bir sorun oldu. Ben araç için park yeri ararken diğerleri de bizi 3842 metre yükseklikteki Aiguille du Midi üzerinde inşa edilmiş istasyona çıkaracak teleferik kuyruğuna girdiler. Park yeri bulmak için yarım saat dolandım. Artık havlu atmak üzereyken şehir merkezine 15 dakika yürüyüş mesafesinde bir sitenin park yerine bıraktım aracı. Bir saatten fazla kuyrukta bekledikten sonra teleferik biletlerimizi adam başı 42,5 avro ödeyerek aldık. Allahtan biniş saatimiz önceden belli olduğu için (14.30) bu sürede kenti dolaşmak imkânımız oldu. Aksi takdirde teleferikten inip Cham'ı (Chamonix'ye kayak müptelâlarının verdiği isim) hiç göremeden dönüş yoluna geçmiş olacaktık. Daha önce gördüğümüz kayak merkezlerine göre çok daha canlı bir yer Chamonix. Çok sayıda turist var. Amerikalıların pek itibar ettikleri bir yer olduğu anlaşılıyor. Muhtemelen kentin hemen yanı başında yükselen Mt. Blanc'ın getirdiği bir bereket bu. Dağcılar için de bir Mekke burası. Her yıl binlerce kişi zirve yapıyor, ondan daha fazlası sağlamlığı ile ünlü kayalarına tırmanıyor, alpinistler durmadan dinlenmeden dağın her yanına çıkıyor, kamp kuruyor ve tabii bizim de yapacağımız ünlü teleferik seferini gerçekleştiriyorlar. Kent bu nedenle canlı.

Biraz dolandık, bir yerde oturup biraz soluklandık ve daha sonra bizi 1030 metredeki ana istasyondan 2317 metrede yer alan ara istasyona çıkaracak 72 kişilik teleferiğe bindik. Seyahatin bu bölümü Uludağ'daki teleferik seyahatini andırıyordu ve çok heyecanlı değildi. Ancak ara istasyonda beklerken uzaktaki Aiguille du Midi'ye bakıp heyecanlanmamak mümkün değildi. 1950'li yıllarda inşa edilen bu teleferik hattı bir mühendislik harikası olsa gerek. 2317 metredeki ara istasyondan arada herhangi bir dayanak noktası (pilon vs. gibi) olmaksızın tek bir salınımla çelik halat 3842 metredeki Aiguille du Midi adı verilen yalçın kayaların oluşturduğu zirveye ulaşıyor. Midi zirvesi çok sağlam kayalardan oluştuğu için teleferik ve oraya çıkan binlerce insanın çeşitli ihtiyaçlarının karşılanacağı tesisler zaman zaman bu kayalar oyularak yapılmış. Kafeteryalar, seyir terasları, hatta zirvenin en uç noktasına çıkan, kayalar oyularak yerleştirilmiş bir asansör bile var burada. Teleferik yukarı doğru tırmanmaya başlayınca yaşanan boşluk duygusunu tarif etmek güç. Özellikle 10 dakikalık seyahatin çok dik bir meyille (nerdeyse doksan derece) Midi kayalıklarına tırmanılan bölümünde dizlerimin titrediğini hissettim. Tabii bu yükseltiden çevrenin manzarası çok göz alıcı. Açık bir havada Mt. Blanc zirvesini (4810 m.), Fransa ile İsviçre arasında uzanan Jura Dağları'nı, Alplerin İsviçre içinde kalan Matterhorn (4478 m.), Grand Combin (4314 m.) gibi zirvelerini görmek mümkün. Ayrıca hemen Midi zirvesinin yanı başındaki, pek çok kişinin bir anda tırmanış ve iniş gerçekleştirmesi nedeniyle Mt. Blanc Highway olarak adlandırılan sırt rotasından inen ve çıkan yüzlerce alpinisti, Midinin kayalıklarına tırmanan ve uzaktan karınca gibi gözüken dağcıları izlemek de mümkün buradan. İnsanlar teraslarda güneşleniyor, fotoğraf çekiyorlar. Binnur Emre'ye buradan bir kartpostal gönderdi. Ben de platformda oturup Mt. Blanc marka bir bira içtim. Bu istasyondan birkaç kişilik telekabinlere binip Dağın İtalya tarafına (Courmayeur) geçmek de olası. Ama zaman darlığı nedeniyle bunu yapmayı bir dahaki gelişimize bırakıyoruz. Mt. Blanc buzullarıyla da ünlü. Bulunduğumuz noktadan bu buzulların en büyüğü olan Bossons'u da yakından görüyoruz.

Teleferikle yine önceden belirlenen saatte aşağıya inip dönüşe geçtik. Yorgun ama mutluyuz. Bu arada diğer grubun buzul tırmanışını başarıyla tamamladıklarını öğrenip daha da sevindik. Böylece Polset İğnesi (3531 m.) bir GEZGİNDER ekibi tarafından da fethedilmiş oldu. Evde herkes heyecanla günlük deneyimlerini paylaşıyor. Zirve yapan arkadaşlarımız çok mutlular. Teleferik yardımıyla 3842 metreye tırmanan bizler de mutluyuz.

18 Ağustos 2011, Perşembe

Pralognan'da son günümüz. Son günün telaş ve heyecanı var herkeste. Son dakika alışverişleri, eksik kalan işler, taze aşkların son gün halleri, vs. vs. Ben de bugün daha önce bulamadığımız özel bitki koruma alanını bulmak istiyorum. Öğleden sonra Binnur'la daha önce de gittiğimiz Pont de Gerlon tarafına gittik. Arabayı park ettikten sonra Pierre'den bu kez daha ayrıntılı aldığımız tarif uyarınca patikanın başlangıcını bulmaya çalıştık. Patika orman içinde yavaş yavaş yükseliyor. Yolda rastladığım ve aksi yönden gelmekte olan Fransız kadına aradığımız yeri sordum. Onlar da ailecek aradığımız yerden geldiklerini, dolayısıyla doğru yolda olduğumuzu söylediler. 10-15 dakika sonra herhalde Haziranda çiçekten deliye döndüğünü tahayyül edebildiğim alana geldik. Alana girişte Fransızca bir levha koymuşlar ve ender olan bir bitki hakkında bilgi vermişler. Bu tabeladan aradığımız bitkinin Fransızca adının “La Chardon Blue” olduğunu öğreniyoruz. Bitkinin özellikle kurumuş veya henüz çiçeklenmemiş hali bizim fescitarağına benziyor. Latince adı Eryngium alpinum. Çiçeklenmiş halinde dikenli üst kısmı mavi/mor arası çok göz alıcı bir renge sahip. Alt yapraklar iri ve yeşil. Dikensi bir görünümü olmasına rağmen bitkinin çiçeğinin çok polenli olduğu üzerine üşüşen arıların sayısından belli. Aradığımızı bulmanın keyfiyle epeyce bir fotoğraf çektim. Bu arada çok hareketli olması ve bir yere konmaması nedeniyle bir türlü fotoğraflayamadığım kavuniçi renkli küçük kelebeğin de nihayet fotoğraflarını çekebildim. Tam bu sırada makinenin şarjı bitti. Ama sevindirik bir halde eve döndük.

Makinenin bataryasını şarj ettikten sonra bu kez ben yalnız olarak çıktım evden. Amacım haritaya göre hemen kamp alanının üstünde olduğunu düşündüğüm Grand Marchet Şelaleleri'nin fotoğraflarını çekmek. Şelaleler köyden göründüğü kadar yakın değilmiş. Orman içinde iki saate yakın tırmandıktan sonra yorgun bir halde şelalelere ulaştım. Gördüğüm manzara çektiğim sıkıntıya değdi. Yukarılardan Vanoise Buzulu'nun erimesi ile oluşan şelale iki ayrı yerden aşağı doğru dökülüyor. İlki çok daha yüksekten iki ayrı basamak yaparak aşağıya doğru akıyor. İkincisi bulunduğum noktanın hemen karşısında dağın içinden kendine bir yer bulup kayaların arasından fışkırıyor. Olağanüstü bir görüntü. Bitki örtüsü çok yoğun ve arazi de çok sarp olduğu için şelalelere daha fazla yaklaşmak imkânsız. Yağmurun geldiğini ve akşamın yaklaşmakta olduğunu fark edince acele toparlanıp eve dönüyorum. Son akşam yemeğimizi neşe ile yedik. Herkes çok keyifli. Şarkılar, türküler söylendi. Sabah çok erken kalkıp Torino havaalanından kalkacak uçağımıza yetişmemiz lazım

19 Ağustos 2011, Cuma

Sabah erkenden bagajımızı yükleyip artık gezimizin ayrılmaz bir parçası haline gelen minibüse binerek yola çıkıyoruz. Dönüşümüz gelişimize göre daha güneyden olacak. Albertville, Aiguebelle, Orelle, Fourneaux, ve Frejus Tüneli'ni geçerek İtalya'ya giriyoruz. Artık Alpler arkamızda kaldı. Havaalanına zamanında ulaşıyoruz. Telefonda konuşmaktan iş yapmaya pek vakitleri kalmadığı için son derecede ağır çalışan iki havaalanı görevlisi ile kapışmadan biniş kartlarımızı alıyoruz. Torino Havaalanı küçük ve vasat bir yer. Aracı tekrar Fransa'ya götürerek teslim edecek olan Pierre'le kahve içip sohbet ediyoruz. O bize göre daha fazla yorulacak. Hepimiz; ailesine ait evi bize açarak, aracı çok ucuz bir fiyata kiralayarak, bu aracı bizzat kullanarak, gerekli organizasyonu ve rehberliğimizi yaparak bu gezinin gerçekleşmesindeki en önemli katkıyı sağlayan Pierre'e müteşekkiriz. Sarılıp öpüşüyoruz, vedalaşıyoruz ve bizi yurdumuza götürecek THY uçağına binip rahat bir yolculuktan sonra İstanbul'a varıyoruz. Ekip burada dağılıyor. Bir bölümü İstanbul'da kalıyor, bir bölümü bizim gibi otobüsle Ankara'ya devam ediyor.

Gezi maliyeti

Böyle bir geziyi yapacaklara Pralognan’daki belediyeye ait kampingi kuvvetle öneriyoruz (camping@pralognan.com). Hem çok ucuz, hem çok temiz, hem de çok güzel bir konuma sahip (Tuvalet, duş, çamaşırhane gibi imkânları da mevcut). Yaz sezonunda önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor.

Kişi başına maliyet (herkesin kampingde kaldığı varsayımıyla) kabaca şunlardan oluşuyor:

Uçak (THY ile Torino gidiş-geliş): 550 TL
İtalya geceleme (3 gece): 210 TL
Araç kirası (11 kişilik Ford minibüs, geniş bagajı var): 425 TL
Yakıt ve otoyol/tünel geçiş ücreti: 125 TL
Pralognan kamping: 115 TL
Ortak yiyecek harcamaları: 625 TL
Muhtelif: 500 TL
TOPLAM: 2550 TL = 1020 Avro

Bu geziye ilişkin fotoğrafların yer aldığı albümlere aşağıdaki bağlantıları tıklayarak ulaşabilirsiniz:

https://picasaweb.google.com/ibrahim.berberoglu/GezginderItalyaDa?authuser=0&feat=directlink

https://picasaweb.google.com/ibrahim.berberoglu/GezginderFransZAlplerinde?authuser=0&feat=directlink

https://picasaweb.google.com/ibrahim.berberoglu/AlplerinCicekleriBocekleri?authuser=0&feat=directlink